Açık Denizde Zararsız Geçiş
5 Mayıs 2013 Pazar
200 metre ileri taşındık.
Evet arkadaşlar taşındık, http://surgundeenkidu.tumblr.com/ adresinde yeni yazıları bulabilirsiniz. Tabi hala takip ediyorsanız.
23 Nisan 2013 Salı
Çocukluğa Dair
Zaman geçiyor, değişmeyen tek şey değişim denir ya hayır. Onun hızı da değişiyor, artıyor. "Bizim zamanımızda" demenin yaşı küçüldü. Öyle ki bakın ben bile diyorum. Bugün twitter'da "çocukluğumdan aklımda kalan" gibi bir tag görünce böyle bir şeyler karalayasım geldi.
90'lı yıllar tabii ki cennet değildi. Belki de Türkiye'nin en berbat yıllarıydı. Ama biz çocuktuk. Gerçekten çocuktuk hem de. Dünya bu kadar büyüklükle dolu değildi, büyüklükle ilgili planları düşünecek daha çok zaman vardı, "büyüyünce ne olacaksın"dan başka kafamızı kurcalayan soru yoktu."Biz"i övebileceğim şeyler sınırlı- gerisi bizim hayal gücümüze kalmıştı çünkü. Ama her şeyden öte bilgisayarda da oynadık sokakta da. Televizyon da izledik evcilik de oynadık. Ama her şey şimdikinden daha renkliydi buna eminim.
(Küçüklüğümde en sevdiğim grup Aynaydı bu arada. Dinleyin.)
Pokemonlara, tasolara hiç girmeyeceğim bile.
Bir de benim ve Türkiye'de bilim seven her gencin geçmişine yer etmiş bir yayın var ki onu övmeden geçemeyeceğim.
Bu gördüğünüz çok eski sayılardan biri. Okumayı öğrendiğimden beri okuduğum en müptelası olduğum dergiydi. 6-16 yaş aralığımdaki bütün sayıları elimde vardı ama malesef yer kalmadığı için bir çoğunu bağışladım. Kartları hala durur.
Ne yazık ki TUBITAK özerkliği kaldırılmış bir kurum ve bu durum bir çok yayınına da yansıyor. Ne zamandır okumuyorum gerçi son hali nasıldır bilmiyorum.(Bi ülkenin başbakan ve bakanlar kurulunun ne işi olur bilim ve araştırma kurulunun profesörleriyle bunu da anlayabilmiş değilim bu işin neresi siyasi?)
Çocukluk denildiğinde aklımda bunlar kaldı. O zamanlar 7-70 sınav manyaklığı yoktu, okulun, insanların parasıyla katılmadığı o binanın bir değeri vardı- iyi kötü hayata hazırlayan oydu çünkü.
Bugün alışamadığımız teknolojinin altında ezilen, zekası yorucu ve gereksiz bir müfredatla ve sınavlarla köreltilen bir çocukluktan çok daha iyiymiş yoklukla geçen bir çocukluk.
Amacım duygusallaşmak değildi ama öyle oldu. Buralarda bir şey planlayıp yazmam çok nadirdir, çoğu kez kendimi klavyeye bırakıp gidişata göre aklıma geleni yazıyorum. Bu sefer de böyle oldu.
Sonuç olarak, çocuk kalmayı başarabilenlerin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
90'lı yıllar tabii ki cennet değildi. Belki de Türkiye'nin en berbat yıllarıydı. Ama biz çocuktuk. Gerçekten çocuktuk hem de. Dünya bu kadar büyüklükle dolu değildi, büyüklükle ilgili planları düşünecek daha çok zaman vardı, "büyüyünce ne olacaksın"dan başka kafamızı kurcalayan soru yoktu."Biz"i övebileceğim şeyler sınırlı- gerisi bizim hayal gücümüze kalmıştı çünkü. Ama her şeyden öte bilgisayarda da oynadık sokakta da. Televizyon da izledik evcilik de oynadık. Ama her şey şimdikinden daha renkliydi buna eminim.
(Küçüklüğümde en sevdiğim grup Aynaydı bu arada. Dinleyin.)
Pokemonlara, tasolara hiç girmeyeceğim bile.
Bir de benim ve Türkiye'de bilim seven her gencin geçmişine yer etmiş bir yayın var ki onu övmeden geçemeyeceğim.
Bu gördüğünüz çok eski sayılardan biri. Okumayı öğrendiğimden beri okuduğum en müptelası olduğum dergiydi. 6-16 yaş aralığımdaki bütün sayıları elimde vardı ama malesef yer kalmadığı için bir çoğunu bağışladım. Kartları hala durur.
Ne yazık ki TUBITAK özerkliği kaldırılmış bir kurum ve bu durum bir çok yayınına da yansıyor. Ne zamandır okumuyorum gerçi son hali nasıldır bilmiyorum.(Bi ülkenin başbakan ve bakanlar kurulunun ne işi olur bilim ve araştırma kurulunun profesörleriyle bunu da anlayabilmiş değilim bu işin neresi siyasi?)
Çocukluk denildiğinde aklımda bunlar kaldı. O zamanlar 7-70 sınav manyaklığı yoktu, okulun, insanların parasıyla katılmadığı o binanın bir değeri vardı- iyi kötü hayata hazırlayan oydu çünkü.
Bugün alışamadığımız teknolojinin altında ezilen, zekası yorucu ve gereksiz bir müfredatla ve sınavlarla köreltilen bir çocukluktan çok daha iyiymiş yoklukla geçen bir çocukluk.
Amacım duygusallaşmak değildi ama öyle oldu. Buralarda bir şey planlayıp yazmam çok nadirdir, çoğu kez kendimi klavyeye bırakıp gidişata göre aklıma geleni yazıyorum. Bu sefer de böyle oldu.
Sonuç olarak, çocuk kalmayı başarabilenlerin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
18 Nisan 2013 Perşembe
Dünyayı Güzellik Kurtaracak 1-
....bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Dile pelesenk, ömre pelesenk, şiire sebep, şiire sebep olduğu için de daha bir çok şeye sebep Dostoyevski'nin Budala'sının Prens Mişkini'nin söylediği başa bela söz.
Eskiden ikinci cümleyi bir kenara atar dünyayı güzellliğin kurtaracağına itiraz ederdim. Ve hatta derdim ki: Dünyayı sevmek kurtaracak, bir çirkini sevmekle başlayacak her şey! Güzelliğe dair, sevmeye dair fikrim gelişmediğinden mi? Bilmiyorum. İşin aslı tanımını kendim yaptığım güzellikte bir özellik de bulamamıştım. Güzel vücutlar boş suratlar sonra güzel suratlar boş mimikler sonra yalancı mimikler boş gülüşler sonra her şey güzelken boş olan insanlar ve sonra ve sonra....
O kadar tehlikeli ki güzellik. Gözlerimizi güzellik bulandırıyor denebilirdi. Kendimi anti zerafet tanrısı ilan etmiştim. Almanlardan bile beter düşünecektim, her şeyi mühendislik bir işlevsellikle değerlendirip zevki, simetriyi,ahengi sona atacaktım. Öyle demiştim. Bilimsel biriydim çünkü, benim görevim değişkenler yaratmak değil x'leri y'leri çözmekti. Bunun için x'leri daha güzel değil daha farklı çizmeliydim. 2 ile karışmasın diye z'ye ortasından çizgi koymalıydım. Dilekçeler güzellikle yazılmazdı. Çekici de güzel ustalar vurmazlardı duvarlara. Sonra ben güzellikle uğraşamayacak kadar işi gücü olan biriydim. Ellerimi güzelliği önemsemeden kirletir, güzelliği önemsemeden çalışır terlerdim.
Bunlar lirik şiirden önceydi tabi, nihilizmdense hem önce hem sonraydı. Nietzsche'yi küstürmeden önceydi, İkinci Yeni'ye bulaşmadan önce. Çarklar dönüyordu ve ben diş olmaktan memnundum. Akreple yelkovanı oynatan bendim adeta, sonra pil bitti, sonra saat durdu, sonra çıldırdım.
Yavaşça çıldırdım, ani olmadı. Önce tahlil ettim, kendimi bir labaratuvara koydum. Güzellikten bir gülümseme örneği. Veriler tutuyordu. (Bilime toz kondurmayız) bir de mütalaalar aldım. Bir insanı sevmekle başlayacaktı herşey. Başlamalıydı. Başlamasaydı bir deney yarım kalırdı. Ben denektim, dünyayı kurtaracak bir ilacın deneği. İnsanlık için, (kendim için), sevgi için (kazanmak için) Prens Mişkin'i kanıtlamak için.(Budalanın teki için). Amacım ulviydi. Belki bilimi felsefeye açardım, bilge ve güzel olurlardı böylece. Ve sorulacak sorusu kalırdı dünyanın.
Eskiden ikinci cümleyi bir kenara atar dünyayı güzellliğin kurtaracağına itiraz ederdim. Ve hatta derdim ki: Dünyayı sevmek kurtaracak, bir çirkini sevmekle başlayacak her şey! Güzelliğe dair, sevmeye dair fikrim gelişmediğinden mi? Bilmiyorum. İşin aslı tanımını kendim yaptığım güzellikte bir özellik de bulamamıştım. Güzel vücutlar boş suratlar sonra güzel suratlar boş mimikler sonra yalancı mimikler boş gülüşler sonra her şey güzelken boş olan insanlar ve sonra ve sonra....
O kadar tehlikeli ki güzellik. Gözlerimizi güzellik bulandırıyor denebilirdi. Kendimi anti zerafet tanrısı ilan etmiştim. Almanlardan bile beter düşünecektim, her şeyi mühendislik bir işlevsellikle değerlendirip zevki, simetriyi,ahengi sona atacaktım. Öyle demiştim. Bilimsel biriydim çünkü, benim görevim değişkenler yaratmak değil x'leri y'leri çözmekti. Bunun için x'leri daha güzel değil daha farklı çizmeliydim. 2 ile karışmasın diye z'ye ortasından çizgi koymalıydım. Dilekçeler güzellikle yazılmazdı. Çekici de güzel ustalar vurmazlardı duvarlara. Sonra ben güzellikle uğraşamayacak kadar işi gücü olan biriydim. Ellerimi güzelliği önemsemeden kirletir, güzelliği önemsemeden çalışır terlerdim.
Bunlar lirik şiirden önceydi tabi, nihilizmdense hem önce hem sonraydı. Nietzsche'yi küstürmeden önceydi, İkinci Yeni'ye bulaşmadan önce. Çarklar dönüyordu ve ben diş olmaktan memnundum. Akreple yelkovanı oynatan bendim adeta, sonra pil bitti, sonra saat durdu, sonra çıldırdım.
Yavaşça çıldırdım, ani olmadı. Önce tahlil ettim, kendimi bir labaratuvara koydum. Güzellikten bir gülümseme örneği. Veriler tutuyordu. (Bilime toz kondurmayız) bir de mütalaalar aldım. Bir insanı sevmekle başlayacaktı herşey. Başlamalıydı. Başlamasaydı bir deney yarım kalırdı. Ben denektim, dünyayı kurtaracak bir ilacın deneği. İnsanlık için, (kendim için), sevgi için (kazanmak için) Prens Mişkin'i kanıtlamak için.(Budalanın teki için). Amacım ulviydi. Belki bilimi felsefeye açardım, bilge ve güzel olurlardı böylece. Ve sorulacak sorusu kalırdı dünyanın.
Günce
Merhaba,
Kendimle konuştuğum zamanlardan geliyorum (blog başka ne işe yarıyor ki?) Kendimle konuşurken bu şarkıyı sık sık anarım(Nev-Benmişim) 2004 yılına ait bu şarkı hiçbir zaman güncelliğini yitirmedi, yitirecek gibi de görünmüyor. Şarkıyla başlarsam güzel olur diye düşündüm.
Şu aralar canım biraz fazla sıkılıyor. Sınavlar bitti ve kendimle fazlasıyla başbaşa kalma fırsatı-ya da talihsizliği mi dersiniz- buldum diyebilirim, neyse kendimi yememi başka zamana saklarım. Yeni bir şeylerle uğraşmak gibi bir arayışa girdim, tabi haliyle kitaplar filmler sardır sardırabildiğin kadar...
Büyük de bir pişmanlığım var ki Türk Edebiyatını çok geç keşfettim. Mesela Sabahattin Ali'yi bugün okuyorum. Şiirleri ayrı bir güzel ki şu an okumaya başladığım "İçimizdeki Şeytan" kitabında çok güzel cümleler buldum.
Kimileri doğuştan kurgucudur, böyle arkadaşlarım var. Bunu edebiyatın içinde özerk bir yetenek gibi görüyorum. Olayları kurgulama, tüm değişkenlerin üzerinde bir matematik gibi hesap yapabilme ve bir oyun hamuru gibi oynayabilme. Güzel bir yetenek. Kimileri ise cümlecidir. Şiir yazmak gerçekten düz yazıda, romanda,hikayede cümleci olmaktan daha kolay. İşte bunu ustalıkla yaptığını görüyorum Sabahattin Ali'nin. Oğuz Atay'dan sonra bu özelliği Sabahattin Ali'de de gördüm.. Neyse ben beğendiğim alıntıları yapayım.
Şu aralar canım biraz fazla sıkılıyor. Sınavlar bitti ve kendimle fazlasıyla başbaşa kalma fırsatı-ya da talihsizliği mi dersiniz- buldum diyebilirim, neyse kendimi yememi başka zamana saklarım. Yeni bir şeylerle uğraşmak gibi bir arayışa girdim, tabi haliyle kitaplar filmler sardır sardırabildiğin kadar...
Büyük de bir pişmanlığım var ki Türk Edebiyatını çok geç keşfettim. Mesela Sabahattin Ali'yi bugün okuyorum. Şiirleri ayrı bir güzel ki şu an okumaya başladığım "İçimizdeki Şeytan" kitabında çok güzel cümleler buldum.
Kimileri doğuştan kurgucudur, böyle arkadaşlarım var. Bunu edebiyatın içinde özerk bir yetenek gibi görüyorum. Olayları kurgulama, tüm değişkenlerin üzerinde bir matematik gibi hesap yapabilme ve bir oyun hamuru gibi oynayabilme. Güzel bir yetenek. Kimileri ise cümlecidir. Şiir yazmak gerçekten düz yazıda, romanda,hikayede cümleci olmaktan daha kolay. İşte bunu ustalıkla yaptığını görüyorum Sabahattin Ali'nin. Oğuz Atay'dan sonra bu özelliği Sabahattin Ali'de de gördüm.. Neyse ben beğendiğim alıntıları yapayım.
"Bana istenecek bir şey söyle, uğruna can verilecek bir şey söyle, hemen dört elle sarılayım"
“Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş. Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız… Senin dünyaya hakimiyet planların bile eminim ki onu mahsülü…”
Bir de Rüzgar Şiiri var ki beni bitirdi.
"...Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim artık yalnız sana itimadım var.
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben,
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hala anlaşamadık,
Ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla,
...
Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor.
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta
En asil şey seni buldum bu kainatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin...."
Bir de Sezen Aksu ve Nükhet Duru'nun şarkı olarak yorumladığı Melankoli şiiri var ki ona ait:
"Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli"
Sonuç olarak bugün yeni bir yazarın yeni bir dünyasına adım atmış bulunduğumu sevinerek, o kişinin Sabahattin Ali oluşunu ise utanarak söylüyorum.
Sanırım aklıma gelenler bu kadar, yazacak kıvama ulaştığım bir gün görüşmek üzere...
9 Mart 2013 Cumartesi
Vişne Bahçesi
Tiyatroya gitmeyeli çok uzun zaman olmuştu bu özlemi gidermek bende çok büyük bir mutluluğa ama aynı zamanda açlığa da sebep oldu. Artık daha sık gitmek gerektiğini farkediyorum, her neyse.

Aristokrat bir ortamla tanışıyoruz hikayenin en başında, Andreyev ailesi. Köleliğin kaldırılmasından önceki bir dönemden beri soylu ve toprak sahibi bir ailedir. Ancak zamana uyum sağlayamazlar. Tüm servetlerini kaybeden ailenin ellerinde sadece Vişne Bahçesi kalır ve borç batağında çırpınırlar. Eskiden köleleri olan bir adamın oğlu, şimdilerde çok zengin olan Yermolay onlara ne söylerse söylesin topraklarını yazlıkçılara kiraya verdirmeye ikna edemez çünkü vişne bahçesine gönülden bağlıdırlar.
Oyunun başkahramanı Yermolay, Yedi Numara'dan da tanıdığımız Engin Alkan tarafından canlandırılıyordu. Yermolay acayip renkli bir kişiliğe sahip ve izlerken "tam Türk bu" diye de düşündürmüyor değildi. Karakter, kendi repliğinde de söylüyor "Ne kadar zengin olursan ol köylüsün". Ve tavırları hakikatten bir köylüden farksızdı. Belki onu bize yakın gösteren de o soylu tavırlara sahip olmayışı.
Bir de Firs var, konağın uşağı. "Özgürlük ilan edilmese daha iyiydi, önceden sadece köleler ve efendiler vardı. Şimdi kimin kime hizmet ettiği belli değil."diyen emektar uşak. Ve daha sonra Vişnelerin satıldığı endüstriyelleşmemiş dönemi tasvir edişi Rus sanayileşmesine ve aristokrasisine bir yergiydi.
Oyunun içeriği hakkında daha fazla bilgi vermeden övemeyeceğim, bilgi verirsem de tiyatronun tadını kaçıracağım. O yüzden övmek istediğim bir başka noktaya dekora geçeyim. Işıklandırma tek kelimeyle harikaydı! Sinema izler gibi hissettim kendimi. Yıkım efekti, şamdanların yavaşça parlaması vs. Tek kelime ile harikaydı.
Ufak bir-iki eleştiri yapmak gerekirse-ki dikkat etmeden göremeyeceğiniz kadar ufak eleştiriler. Herkese beyaz görünebilsinler diye makyaj yapılmış. Makyaj yapılmayan kişiler bu yüzden sanki farklı bir yerden geliyormuş gibi görünüyordu. Yani öyle bir durum oluşmuştu ki birileri 19.yüzyıl Rusu iken diğerleri 21.yüzyıl Türkü gibiydi. Ve bir de mürebbiye gibi ara karakterler ana kurgudan alıp götürmedi bizi. Çok cılız kaldılar adeta. Bunun dışında oyun harikaydı. herkese öneriririm.
14 Ocak 2013 Pazartesi
Sallama Çay
Merhaba!
Yazıya karikatürle başlamak istedim. Bu bloğu takip eden 2-3 kişi ya var ya yok, gene de yazısızlığın özrünü göstermek istiyorum. Oysa ne sözler vermiştim, her hafta bir kitap incelemesi getirecektim kitaplardan filmlerden bahsedecek entel mandal hareketlerde bulunacaktım. Ama olmadı. İnsan daha kendine verdiği sözü tutamıyor sonra da millete yok efendim vatan millet sakarya aşk sevda üç büyükler modunda takılıyor.
Neyse, sonuç olarak: pardon.
Karikatürü kimsenin çıkıp sikmediği taraflarıma ithaf ederken, şu aralar neler yaptığımı birazcık anlatayım. Ne yapıyorum? A) Vakit öldürüyorum. B) Öldürecek vaktim kalmadığında vicdan azabıyla kendimi yormak gebertmek pahasına derse veriyorum. İşin aslı biraz bunaldım, daraldım. Vize Final arası kafa dağıtamadım şimdi onun eksikliği içinde yalpalıyorum. Gelecek kaygısı da girdi işin içine ama hiç değilse şöyle olmayalım:
Okuyorum, elimde en az 300 sayfalık sınav sorumluluğu var. Bu sayfaların çok azı geyik. Hepsinden sorumluyuz. Bu işler bitince ne olacak? Mezun olunca diyorum yani. Para peşinde koşacağız.
Oysa ben 6-16 yaş arası bilim adamı olcam diye tutturduydum. 16-17 yaş arası hiçbir şeyi sallayacak aklım olmadığı için hukuk seçtim. (Hayır hukuku seviyorum gerçekten) Ama ben kararsız çok yönlü her şeye ilgi duyan bir adamım. Hukuk denen çarkların öyle koca dişleri var ki. Bir tanesi bir sürü kitap ve bir işe yaramıyor. Çok şey öğrenmek istiyorum (evet bu bende tutku) Ama hukuk kendisinden başka bir şey öğrenmeme izin verecek gibi görünmüyor.
Öte yandan yaşama atılasım da yok. Yaşamın eğlenceli haytalık safhalarını da getiremedim. Yüzme bilmiyorum bir sevgilim olmadı . Şimdi hayata atılmak istemem.(şimdi ölmek istememe bağlıcam evet)(internetin de bu yanı güzel aklınıza esen her şeyi getirebiliyorsunuz, dua edin bu gece komplekslikten ve yaratıcılıktan da yoksunum yoksa neler yapardım)
Öte yandan sevgili okuyan, bir süredir bomboş takıldığımın farkındayım. Burayı film-kitap-mantık ile dolduracağım. Söz veriyorum.-Benim gibi kendine sözünü tutmayan birine güvenirseniz.-Bir dahaki yazımda görüşürüz. Bir çay getiriyim hayatınıza da daha girmeyeyim.
Yazıya karikatürle başlamak istedim. Bu bloğu takip eden 2-3 kişi ya var ya yok, gene de yazısızlığın özrünü göstermek istiyorum. Oysa ne sözler vermiştim, her hafta bir kitap incelemesi getirecektim kitaplardan filmlerden bahsedecek entel mandal hareketlerde bulunacaktım. Ama olmadı. İnsan daha kendine verdiği sözü tutamıyor sonra da millete yok efendim vatan millet sakarya aşk sevda üç büyükler modunda takılıyor.
Neyse, sonuç olarak: pardon.
Karikatürü kimsenin çıkıp sikmediği taraflarıma ithaf ederken, şu aralar neler yaptığımı birazcık anlatayım. Ne yapıyorum? A) Vakit öldürüyorum. B) Öldürecek vaktim kalmadığında vicdan azabıyla kendimi yormak gebertmek pahasına derse veriyorum. İşin aslı biraz bunaldım, daraldım. Vize Final arası kafa dağıtamadım şimdi onun eksikliği içinde yalpalıyorum. Gelecek kaygısı da girdi işin içine ama hiç değilse şöyle olmayalım:
Okuyorum, elimde en az 300 sayfalık sınav sorumluluğu var. Bu sayfaların çok azı geyik. Hepsinden sorumluyuz. Bu işler bitince ne olacak? Mezun olunca diyorum yani. Para peşinde koşacağız.
Oysa ben 6-16 yaş arası bilim adamı olcam diye tutturduydum. 16-17 yaş arası hiçbir şeyi sallayacak aklım olmadığı için hukuk seçtim. (Hayır hukuku seviyorum gerçekten) Ama ben kararsız çok yönlü her şeye ilgi duyan bir adamım. Hukuk denen çarkların öyle koca dişleri var ki. Bir tanesi bir sürü kitap ve bir işe yaramıyor. Çok şey öğrenmek istiyorum (evet bu bende tutku) Ama hukuk kendisinden başka bir şey öğrenmeme izin verecek gibi görünmüyor.
Öte yandan sevgili okuyan, bir süredir bomboş takıldığımın farkındayım. Burayı film-kitap-mantık ile dolduracağım. Söz veriyorum.-Benim gibi kendine sözünü tutmayan birine güvenirseniz.-Bir dahaki yazımda görüşürüz. Bir çay getiriyim hayatınıza da daha girmeyeyim.
5 Ocak 2013 Cumartesi
Geçiştirme.
İyi geceler, günaydın ve iyi öğleden sonralar
Bir şeyler yazmak istedim. Hem de çok. Ama inanın yazacak ilham bulamıyorum o yüzden son karaladığım birkaç anlamsız dizeyi şuraya yapıştırıp gidebilirim.
****
Çıkmaz sokağın ardında bir vuslatın peşinde sinekler gibi cama yapışmaktan yoruldum.
Bak yine tüm dünya işinde gücünde,
Ayağıma koca bir düzen takıldı iradesiz, suçlusuz.
Boğazımda taçyapraklar sevdasız,duygusuz.
****
Tüm şiirler yaralıyor,
Sanki her gerçekçilik karamsarlığa meyletmeliymiş gibi.
Sanki anlattıkça seni ufuklara yaklaşıyorsun
Gökkuşağının altındaki hazine kadar mitsin
Tantalusun elini uzattığı meyve gibi kaçıyorsun ellerimden
Sanki yerle göğü ayırırken senle beni es geçmemiş tanrı
Sanki sen...
Ahiret akıbeti kadar belirsiz adın
En kutsal yasaklardan daha yasak tadın.
*****
Benim neyime dadanmışım oyunlara,
Ben bu sisin içinde kaybolmamalıydım.
Bulutsuz havada yıldızları saymalıydım
Rüzgarla yarışıp kaybetmek yerine.
Beni hüzünlü yağmur değil
Büyülü gecenin seması delirtmeliydi.
Aklımda antik şairlerin gerçeği tasvirleri olmalıydı
Umutsuz bir hayalin yüzü yerine.
****
Bir şeyler yazmak istedim. Hem de çok. Ama inanın yazacak ilham bulamıyorum o yüzden son karaladığım birkaç anlamsız dizeyi şuraya yapıştırıp gidebilirim.
****
Çıkmaz sokağın ardında bir vuslatın peşinde sinekler gibi cama yapışmaktan yoruldum.
Bak yine tüm dünya işinde gücünde,
Ayağıma koca bir düzen takıldı iradesiz, suçlusuz.
Boğazımda taçyapraklar sevdasız,duygusuz.
****
Tüm şiirler yaralıyor,
Sanki her gerçekçilik karamsarlığa meyletmeliymiş gibi.
Sanki anlattıkça seni ufuklara yaklaşıyorsun
Gökkuşağının altındaki hazine kadar mitsin
Tantalusun elini uzattığı meyve gibi kaçıyorsun ellerimden
Sanki yerle göğü ayırırken senle beni es geçmemiş tanrı
Sanki sen...
Ahiret akıbeti kadar belirsiz adın
En kutsal yasaklardan daha yasak tadın.
*****
Benim neyime dadanmışım oyunlara,
Ben bu sisin içinde kaybolmamalıydım.
Bulutsuz havada yıldızları saymalıydım
Rüzgarla yarışıp kaybetmek yerine.
Beni hüzünlü yağmur değil
Büyülü gecenin seması delirtmeliydi.
Aklımda antik şairlerin gerçeği tasvirleri olmalıydı
Umutsuz bir hayalin yüzü yerine.
****
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)